Pazartesi, Temmuz 31, 2006

EĞER YARIN YOKSA ( III )

Öğle vakti olmuştu ve korkunç acıkmıştım. Uzun zamandan beri yemek istediğim, fakat mideme dokunur, kolestrolümü yükseltir diye yemekten çekindiğim bol tereyağlı, acı soslu iskender kebabını yemek istiyordum. Çünkü öleceksem, mideme dokunmasının ya da kolestrolümü yükseltmesinin hiçbir önemi yoktu. Büyük bir iştahla ve adeta koşar adımlarla şehrin en iyi iskenderinin yapıldığı yere geldim ve kendime; ağzıma layık koca bir porsiyon söyleyip iştahla yedim. Karnım doymuştu, mutluydum. Yüzümde sabah iliştirmeye çalışıp da beceremediğim gülümseme kendiliğinden belirmişti. Şimdi gökyüzü daha bir güzel, hayat daha yaşamaya değerdi.

Vitrinleri birbirinden güzel, mağazalarla dolu bir caddede yürüyordum. Ne yapsam diye düşünüp, vitrinlere bakarken birdenbire on gün önce beğenip de paraya kıyamadığım için alamadığım elbisenin önünde buldum kendimi. İçeri girip fiyatını bir kez daha sordum. Fiyatı aynıydı, değişen tek şey o elbiseyi istiyor olmamdı. Bir yandan kendi kendime gülüyordum, eğer öleceksem niye böyle bir şeyi alıyordum. Ama önemli olan bugün kendim için bir şeyler yapıp mutlu olmamdı. Elbiseyle birlikte araba doğru yürürken yine dalmış, ne yapayım diye düşünüyordum.

Eski anıları düşünürken, kendimi gençliğimin en güzel anılarını paylaştığım yerde buldum. Sahilde bir yere parkettim. Burası ailemden uzakta okuduğum için kalmak zorunda olduğum öğrenci yurdunun civarlarıydı. Ama hiçbir şey eskisi gibi değildi. O zamanlar bana eskiyi hatırlatan eski evler yerini blok apartmanlara bırakmıştı. Sahil kenarlarında bir tek yeşil yer kalmamıştı. Birden kalbim heyecanla atmaya başladı. Acaba yıllarca önce arkadaşlarımla oturup konuştuğumuz o eski kıraathane de yıkılıp, yeni moda bir fast-food mu olmuştu. Büyük telaşla yokuşu çıktığımda rahatladım. Eski kıraathane hala ayakta, hala eski ve anılarımla dopdolu beni bekliyordu.

Dere kıyısına yakın masaya oturdum, derenin akışını izliyordum. İşte hayatımda böyle akıp gitmişti. Ne çok insan tanımıştım, ne çok arkadaşım olmuştu, kiminin adını bile hatırlamıyordum. Bir çay içtikten sonra sahile doğru yürümeye başladım. İşte hayatıma giren ilk ve tek erkek olan eski kocamla buluşup, güneşin batışını seyrettiğimiz yer... Acaba şimdi ne yapıyordur? Boşanalı altı ay bile olmamıştı, beni nasıl da aldatmıştı. Bunları düşünerek telefon kulübesinin önüne geldim ve onu aradım. Ne yaptığını öğrenmeden ölmek istemiyordum.

- Alo... Buyrun.
- Merhaba.
- Alo... Sen misin? .... Nasılsın?
- İyiyim. Seni merak ettiğim için aradım. Ne yapıyorsun iyi misin?
- Hiççç. Bildiğin gibi çalışıyorum. Ya sen ne yapıyorsun?

Bir an bugün ölmeyi düşünüyorum demek geldi içimden, vazgeçtim ve yaramaz bir gülüşle;

- Ben de çalışıyorum. Şey.... Seni affettiğimi söylemek için aramıştım. Sana hiç kızgınlığım kalmadı.
- .................. Teşekkür ederim. ..... Buna çok sevindim.
- Kendine dikkat et. Umarım tekrar görüşürüz.
- Sen de dikkat et, tabi ki görüşürüz.

Bunu yaptığıma, daha doğrusu yapabildiğime inanamıyordum.

Sahil kenarına geri döndüm, bir kenara ilişip güneşin batışını tek başıma izledim. Hava yavaş yavaş kararıyordu ki evin yolunu tutmuştum. Eve geldiğimde önce dışarıda iyi bir restoranta yemek yemeye karar verdim. Yeni aldığım elbisemi giydim, süslendim, sonra vazgeçtim. Tek başıma lüks bir restorantta yemek yemenin bir anlamı yoktu. Üstümü değiştirmeden, evlere servis yapan lokantalardan birine yemek için bir kaç şey söyledim, soframı hazırlayıp, tek başıma mum ışığında yemeğimi yedim.

Pazar, Temmuz 30, 2006

EĞER YARIN YOKSA (II)

Bir yerlerden güne güzel başlamanın ilk kuralının iyi bir kahvaltı olduğunu okumuştum. Aceleyle mutfağa gittim, buzdolabından üç tane portakal çıkardım. Sabah kahvaltım: bir bakdak taze sıkılmış portakal suyu... Hayır Bugün bir bardak taze sıkılmış portakal suyu yerine, gerçek bir kahvaltı yapacaktım. Çay suyunu koyup apar topar bakkala gittim. Dolapta ağız tadıyla yenecek tek lokma bir şey yoktu, çünkü o yağlı beyaz peynirler, reçeller sağlığıma zararlıydı, çok yaşamak istiyordum ya... Bakkalda kahvaltıa yenebilecek herşeyi, hatta bana dokunduğunu bildiğim halde çilek reçelini bile aldım. Eve geldim, tereyağğında yumurtamı kızarttım. Çayın, Kızarmış yumurtanın kokusu ve çilek reçelimle bu kahvaltı sofrası beni o kadar mutlu etti ki, ister istemez düşündüm, ne kadar zaman önce bu kadar mutlu olmuştum diye... Masada bulunan herşeyin tadına baktım, çayımı da eskiden olduğu gibi şeker atıp içtim. Son bardağı da doldurup düşünmeye başladım. Bu zamana kadar neleri ertelemiş, neleri yapmamak için mazeretler uydurmuştum.

İlk olarak nereden başlayacağımı buldum. Bu beni pek mutlu etmeyecekti ama uzun zamandan beri yapılması gereken ve ertelenen birşeydi. Giyindim, doğruca şehrin öbür ucundaki aile mezarlığımıza annemi ve babamı ziyarete gittim. Mezarlığın kapısına geldiğimde, o ekzoslu ve kükürtlü havayı ciğerlerime dolduran derin bir nefes aldım. İşte burası eninde sonunda geleceğimiz yerdi. Ölüm ne garip bir duyguydu ve ne garip bir yerdi sonumuz...

Yıllarca üzerinde olduğumuz toprak, öldüğümüzde ise üzerimize örtülüyordu. Öldüğünde bu toprağın altındasın ama aynı zamanda başka yerdesin. Seni ziyarete geldiklerinde haberin olmuyor, haberin oluyor belki, ama konuşulanları duymuyorsun, duyuyorsun belki konuşamıyorsun ya da konuşuyor ama duyuramıyorsun; bu ne kötü bir karabasandı. Kimse bilmez orada nasıl yaşanır ya da orada mı yaşanır? Bunları düşünürken gözyaşlarım yanaklarımdan hafifçe süzülüyordu. Annem ve babam altı yıldan beri bu karabasanı yaşıyorlardı. Onları burada acı çekerken görmemek için gelmiyordum. Görmediğim zaman onları çok uzaklarda ve mutlu olduklarını düşünüp rahatlıyordum. Ölmeden önce bugün, onları ilk ve son kez ziyaret etmeliydim. Başlarında iki koca mezar taşından başka hiç şeyleri yoktu. Üzerlerindeki otları temizledim, suladım ve belki beni duyarlar diye uzun uzun konuştum. Oradan ayrıldığımda içimde sonsuz huzur ve mutluluk vardı.

Perşembe, Temmuz 27, 2006

EĞER YARIN YOKSA

Soğuk bir cumartesi sabahı, yattığım yerden, perdenin arkasından sızan gün ışığı ile odamı seyrediyordum. Yaşadığım birçok cumartesinden tek bir farkı vardı, bu cumartesi ölümü kendime çok yakın hisseediyordum. ÖLÜM. Ya bugün ölürsem, belki de ölecektim. Yattığım yerden bu düşünceyi kafamdan atıp biraz daha uyumayı düşündüm. Fakat faydasızdı, uyuyamıyorudum. Sabahın bu erken saatinde beni ancak bu düşünce yatağımdan kaldırabilirdi. Çünkü eğer öleceksem, ölmeden önce yapmak isteyip de ertelediğim, unuttuğum, hep sonralara yarınlara bıraktığım şeyleri yapmalıydım.

İsteksizce ve biraz da yorgun doğruldum, ayaklarımı sürüyerek yüzümü yıkamak için banyoya yöneldim. Aynada kendimi görünce ürkttüm. Evet, gerçekten de bugün ölebilirdim, gözlerim kançanağı gibiydi ve altında kocaman mor halkalar, bir yığın sebebini bile bilmediğim çizgiler . Ölecek kadar yaşlı mıydım? Yok canım sadece otuziki yaşındaydım, daha yolun yarısına bile gelmemiştim. Tam sevinecektim ki aklıma genç insanlarında nedensizce öldükleri geldi. Hem de benden çok daha genç insanlar ölüyorlardı, yani ölümün yaşı yoktu. Toparlanmaya çalıştım, ayna karşısında yüzümü şekilden şekile sokuyor , gülümsemeye çalışıyordum. Sonunda takma bir yüzle dolaşamayacağıma karar verip, kendime işkence yapmaktan vazgeçtim. Birazcık mutlu olmak istiyordum. En azından ölürken mutlu bir gülümseme olsaydı yüzümde... İçim burkuldu, boğazım düğümlendi. Kendimi hüzne bırakmayacaktım, teslim olmayacaktım çaresizliğe. Bugün öleceksem ne yapmalıydım ki mutlu olayım.

Blog benim kime ne?


Resimden de anlaşılacağı üzere, biraz eskilerden bi şeyler anlatmak istedim. yıl valla kaç bilmiyorum o zaman ki adıyla (ben de artık dedemler gibi "bizim zamanımızda riyaziye derlerdi." gibi cümleler kurabiliyorum) basın yayın yüksekokulu gazetecilik bölümünü bitirmiş, iftihar ettiğimiz, altı kız içinde farklı bir bölüm okuyarak bitirmeyi başaran çiçeği burnunda biricik arkadaşımız, mektebi bitirir bitirmez abone usulü çalışan bir dergide iş bulmuştu. Bulmakla da kalmamış bir müddet sonra derginin tüm işlerini yapar, tüm yazılarını yazar hale gelmişti. eh gençlik var, idealleri var, gece gündüz durmadan çalışabilme gücü var. ama bi yere kadar. Derginin boş kalan sayfalarını doldurmak için yazı yazı diye arandığı günlerden bi gün kalkıp bana "yaz bi şeyler bu sayıya koyalım" dedi. Valla baktığınızda, derginin şimdikiler komsept diyorlar ama biz ne diyorduk unuttum (yaşlılık işte:)) ) uygun yazabilecek malzeme yok ki bende. "Kız ne yazayım ki ben", "ayy yaz işte üç beş sayfa olsun". "iyi de sizin okurlar şaşırmasın" , "emin ol okuyanlar şaşırmaz, çoğu reklamını görmek için alıyo, dert etme o kadar" gibi bi şeyler dedi sanırım. Oturdum yazdım ben de:) İşte torpil denen şey böyle bi şeydi. Yazdıklarını yayınlatmak için dergi dergi, yayınevi yayınevi gezen onca yetenekli insanı bir anda geride bırakmış oldum. Bi kaç sayı süren bu yazı macerasından geriye karalamaları kalan bir öykü buldum eski kutuları karıştırırken...


Bu öyküyü tekrar okumak istediğini söyleyen pek kıymetli arkadaşım murat hocamı kırmayarak, bu vesile ile gün yüzünü yıllar önce görmüş (itiraf ediyorum tam 13 sene önce) olan bu öyküyü hepinizle bi kez daha paylaşıyorum:) Çok hoşunuza gitti de mi? :)))) Blog benim kardeşim istediğimi yazarım... Evet Öykü başlıyor...

Salı, Temmuz 25, 2006


Uzak gelmişti, aslını istersen gelmez gibi gelmişti. Ama işteeeee gün o gün olacak. Beklemediğim, bilmediğim, ummadığım bi şey miydi? Hayır . peki neden kendimi hazırlıksız hissediyorum. Erken mi sıkıntım bundan mı? Daha ne kadar bekleyecektik ki. Kendimi bu fikre alıştırmam lazım. İsli, puslu soğuk bir kış sabahı gibi, serin ve nefes kesen bi ağırlığı olacak havanın... Bunu koydun mu? aaaa bunu da vermeliyim? Ay bu en sevdiği ayşesi. Kalkıp, hem kendimi hem çantanı hazırlamalı. Göçmenliğinin ilk uzun yolu açık olsun dudu.

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

yanılgı


Yandaki resmin yazacaklarımla hiç bi ilgisi yok. Sadece bilenler bilsin yazıyı kimin için yazdığımı diye eklenmiştir.

Zaman pek bi değişti de ben mi demode oldum bilmiyorum. İlişkilerdeki sırrı çözebilecek olgunluğa eriştiğimi hissettiğim şu yaşlarda bile farkediyorum da hep bi muamma olarak kalacak galiba...

Bilen ve öğreten apla sendromundan kurtulamadığım için olsa gerek, her soruya bi cevap bulabilme kabiliyeti içinde olmam dolayısıyla ve soranların yaşını epey bi aşmış olman rahatlığı ile konuşurum zaman zaman.

ilişkilerin nereden çatlak verebileceğini, en azından tanıdığım, içini dışını bildiğim, sevdiğim insanların nerede hata yapabileceğini keşfettiğim için, doğru yönlendirmeye çalışıyorum kendimce. kendisinin göremeyeceği ya da düşünemeyeceği şeyleri hatırlatıyor, ilişkilerine başka bi pencereden bakmalarına yardımcı oluyorum. yine öyle yaptım, bilen ve öğreten apla konumunda söyleyebileceklerimi söyledim. onun yerine mazeretler buldum, "belki böyle düşündü" , "belki bunu demek istedi" gibi. ama artık itiraf ediyorum. senin eylem ve söylemlerine farklı bi bakış açısı getirecek güç bırakmadın bende. yanılmaktan hoşlanmam, ilk gördüğümde edindiğim izlenim çok ender yanıltmıştır beni. İşte sen de hakkında yanıldığım kişilerden biri oldun. Güzel bi ilişkiniz olabileceğine inanıyordum. "DUM" diyorum dili geçmiş zaman. aynen senin şimdi benim gözümdeki konumun gibi. geçmişte kaldın. Sevdiklerimin üzülmesine tahammülüm yok. Masum isteklerin bile karşılığını bulamaması insanı deli eder. bilen ve öğreten aplanın kardeşi; en güzelini yaptın. Epeyden beri sen haklıymışsın. öpüyorum seni.

Pazar, Temmuz 23, 2006

Simple PERFECT tense


Tam gününe denk gelmedi biliyorum ama içimden seni yazmak geldi. yazmam gereken günde harp olur, darp olur, buğday kalmaz kıtlık olur mantığı ile iki gün önceden yazmayı uygun buldum:)

Simple past tense, perfect ya da present mıydı öğrenmek istediğin hatırlamıyorum geçmiş zaman. bi gün önce karşılaşmış kantinde bi bakdak çay içmiştik. 20 kişilik sınıfta yaşı, öğrenme yaşını biraz geçmiş, boş zaman zengini, bi avuç kadındık zaten. sen biraz geç gelmiş ve geçmişte öğreniklerimizi merak ediyordum. "Gel beraber bi bakarız" dedim. sen de" peki" dedin, adres ve telefonlar alındı. benim ilk karşılaştığım herkesi eve davet etmek gibi, senin de hakkında hiç bi şey bilmediğin birinin evine gitmek gibi bir alışkanlığın yoktu. eve gidince de düşünmüştüm neden çağırdım yanlış anlar mı beni diye? sen de düşünmüştün neden kabul ettim hiç tanımıyorum onu diye...

Geldin, present tense'te biraz sohbet ettik. sen de evliydin ve çocuğun yoktu. birbirimize yakın zamanlarda evlenmiştik. sonra bilmem laf nerden açıldı, past tense'ten konuşurken ve gülümseyerek dökülen gözyaşlarımızı seyrederken bulduk birbirimizi. olsa olsa 1,5 saattir yüzyüzeydik oysa...

Gün bitip güneş batmak üzereyken sıkı sıkı sarıldık birbirimize ve ondan sonra ki 2,5 sene boyunca hep yanıbaşımızda olduk. zaman zaman ben, zaman zaman sen ağladın. Bazen benim anlattıklarıma bazen senin anlattıklarına saatlerce güldük. birbirinden zor günler atlattık, sıkıntılar farklıydı ama hissettiğimiz acı ve yalnızlık aynıydı. birbirimizin acıları için de gözyaşı döktük, sakarlık ve aptallıkları için de kahkahalar attık. zor günleri alaya aldık çoğunlukla, sizin memleketteki arabada meyve satan esnafın, yaramaz çocuğu korkutmak için sarf ettiği sözleri hatırlayıp gülümsettim kendimi senin yokluğunda:)

şimdi çok mutlu ve huzurluyum. seni çok özlüyorum. bazı günler yanımda olmanı öyle çok istiyorum ki. evet aramıza mesafeler, yollar, uzak düşmeler girdi ama bil ki hep aklımın ve kalbimin bi köşesindesin. Ben şanslı bi kadınım. güçlü, ayağı yere basan, sabırlı bi kadın olduğumu söylüyorlar ya yalan aslında. benim zor günlerimde hep bi DOSTUM oldu. seninle birlikte onları anmamak nankörlük olur. bu kadar güçlü ve sabırlıysam doğru insanları hayatımda var ettiğim, onlara sahip çıktığım içindir.

şu günlerde sık sık o ilk gün kü sohbetimizden bi dialog aklımda.

- eğer boşanacaksam, mutlaka bi çocuğum olmasını isterim. hayatım o zaman daha anlamlı olur.

- ben senin gibi düşünmüyorum. eğer boşanacaksam asla çocuk sahibi olmam.

bu cümleden 15 gün sonra durunun geleceği haberini almıştım. şimdi o "asla" diyen kadın dünya tatlısı bi kız çocuğu sahibi ve boşanmış, o "olmalı " diyen kadın ise dünya tatlısı bi erkek çocuğu sahibi ve evli. :)

hayat çok garip... umarım araya giren bu mesafeler seni benden beni de senden uzak tutmaz. hayatımda hep var olman ve yaşamını dilediğin gibi sürdürmen dileğiyle. seni çok seviyorum , doğum günün kutlu olsun hasiye.

Cuma, Temmuz 14, 2006

Arkadaşlar çok rica edecem madem okuyonuz hiç olmazsa bu seferlik tebrik etmek istersiniz diye düşündüm o yüzden tebriklerinizi nereye yazabileceğiniz konusunda sizlere küçük bilgi vermek istiyorum. şimdi her yazının altında bulunan "COMMENTS" yazan yeri tıklıyorsunuz. bi pencere açılıyo. o pencerenin içinde de kare başka bi pencere var. oraya da artık ne istiyosanız onu yazıyorsunuz. en ssonuna da adınızı. sonra da publish yazan yeri tıklıyosunuz. bu kadar basit. artık yormayın beni yaaaaaaaaaa....

Baş dönmesi, mide bulantısı, hamile olabilir misin sorusuna "yok canım mümkün değil" diye cevap vermeler...

Şimdi biliyoruz. Küçük bir beden, her gün dönümü, bulunduğu alanı genişletme ihtiyacı ile sana ve ona benzemek için çabalayarak, minik kalbi doğum gününe kadar sessiz ve hissettirmeden atarak büyüyecek...

Zor günler bekliyor ikinizi:) Uykudan kalkmayan baş, sorulan "nasılsın" sorusuna bile "ne demek nasılsın? ne demek istiyorsun? dalga mı geçiyorsun benimle" diyecek kadar üstün alınganlık gösterisinde bulunacak bir beyin, gittikçe büyüyen bir karın, zaman zaman artık çok mu çirkinim diye başlayan cümlelerin ardından gelen gözyaşı krizleri:)))

Tabi bunun yanı sıra, tüm Türk filmi repliklerine ağlayabilme cesareti ve özgürlüğü, görülen, kokusu duyulan ve hatta adı geçen tüm yemekleri yemen gerektiği konusunda gösterilen telaş, sevildiğini hissetmek ve anlamak için çok da iyi bir dönemdir. Artıları ve eksileri ile unutulmaz bir dönemdir.

Bunlar senin için geçerli olan şeyler. Ya bizler... Ben ilk kez teyze olacağım. Duduya dolaylı olsa kardeş gelmiş olacak. İlk kıskançlığını yaşayacak. Çok kavga edecek ve birbirlerini çok sevecekler. Dudunun kardeşi olmasını ne çok isterdim biliyorsun. Bu imkansızlıklar içinde "kardeşim" diyebileceği miniğin olması içimi rahatlatıyor. Üçümüzün arasındaki o bağı yaşayabilecek olması, yıllar sonra giderken duduyu ona, onu da duduya emanet edebilecek olma rahatlığı ve huzuru içindeyim. çok mutluyum ve çok da sulu gözlü. Seni seviyorum benim güzel kızkardeşim.

Not: artık duduya asılmaktan, onu kız edinmekten vazgeçrsiniz. haa bir de ben onca didindim çalıştım sana benzettim. Seninkinin de bana benzemesi için çalışmalarınızı bekliyorum. )))

Salı, Temmuz 04, 2006

dudunun günlüğü

Cuma:

Ada işten geldi. Yemek yedik. parlak elbisemi giydim. Çişimi söyleyeceğim diye söz ver dediler. söz dedim. çişimi hatırlarsam söyleyeceğim. ama her zaman aklıma gelmiyo ki. Yursemalara gittik. Yuran teyze bana pempe pullu mendl verdi erbisemle aynı renk. orda bahçeye indik. bi sürü kadın sandalyelere oturmuşlardı. orta yer boştu. sonra bi sürü abla geldi. erbise giymişler ama bi tanesi çok güsel olmuştu hem yanında bi tanede abi vardı. başka kadınların yanında hiç abi yoktu. sonra benim eski oyuncağama benzeyen ama daha büyük ve siyah bi şey vardı orda adını bilmiyom bunu adaya sormalıyım. o oyuncağa benzer şeyin başına bi tane abi geldi çalmaya başladı, herkes oynamak için ortaya çıktı. bi sürü oynadılar oynadılar, yursema bana yeşil pullu bi mendil verdi. ada hiç durmadan"çişin var mı çişin var mı" diye sordu. sanki geldi gibi olunca "var" dedim. ada heyecanlandı. bi sürü kadını sandalyeden kaldırdı. kapıları açtı. yursemalara çıkardı beni. peşimizden yursema da geldi. tuvalete yursema tuttu beni ama çişim kaçtı. içeri girdik. ada yine sordu çişin var mı diye. yine geldi gibi oldu. ada götürdü beni. kilotumu çıkardı (yalnız bu naylonlu kilotlar çok kötü, terliyom ayrıca pişiyom bi an önce söylemeli de kurtulmalı bari) yine yapamadım. neden ben de bilmyorum. balkona çıktım. aşaıda oturan kadınları gördüm. heyecanlandım adaya gel diyecektim ki. çişim hiç haber vermeden geldi ve naylon kilota kaçtı. ada sinirlendi galiba. çünkü beni , kilotumu yıkadıktan sonra, yursemanın gözlüğü takıp yakışmış mı dye sorarken kötü baktı bana. sonra balkona çıktık. aşağı baktık. ada gelin gelin gelin dedi ama gelinlik aradım göremedim. herhalde çekezköyde gelinlik böyle oluyo. değişik biraz. ama gelinlikin kocası kocaya benziyodu. sonra ışıkları kapadılar mumlarla geldiler. ben gideyim istedim ama ada daha çişini söyleyemiyosun kına yakman kusur kaldı dedi. yaaa ben de kına yakacam işte üfffff. yursema bana gofret verdi. onlar oynarken hepsini yedim. çok güzeldi.

Cumartesi:

Ada bugün okula gidecekmiş. Dün gece çok geç yattım ama semya beni biraz erken uyandırdı. Gerçi ne kadar erken uyanırsam uyanayım (uyanır uyanmaz ada bana bişeyler giydirmeye çalışmadığı sürece) keyifli oluyorum. yine mutlu mutlu kalkıp annaneme (artık öyle demek hoşuma gidiyo) salırdım. Annanem yine eşya toplamış, bizim ailede göçmenlik olup olmadığını ve bu göçmenliiğin irsi olup olmadığını büyüyünce sorucam. Çünkü nerdeyse kendimi bildim bileli, adayla, annaneyle, dedeyle ya da babayla bi yerlere gidiyorum. Her neyse, annane ve dedeyle arabamıza bindik. Gerçi annanemin ilaçları, dedemin ünüsüllünlerini aldın mı semya, kolestor ilaçını aldın mı? ayyy yüce kalpilacını içmemişsin kocacım (annenem öğrenemedim dede benim kocam ada da annanenin ama neyse ses çıkarmadım) gibi cümlelerle toplanmak biraz vakit alsa da arabayla adanın işine gittik. Öretmen izin vermiş ada kapıda karşıladı beni öptü öptü öptü. sanırım beni çok seviyo. evin anahtarını verdik biz tekildağa yola çıktık. Dede bizi eve bılakıp doktora gitti. dişi ağrıyomuş. şii geldi. beni biraz hafuza soktu ama rüzgar beni yemesin diye çabuk çıktık. Aşkam papisim geldi. bana lolipop almış.

Pazar:

Bugün bulut var. güneş görünmüyo pek. şşiiii anane dede, yılmaz dedenin bahçesine gittik. zeynepte ordaydı. oynadık. Ama ben terledim. boynuma kırmızı noktalar kondu. akşam adaya sordular, ada görmeden "isilik" dedi. isilik nası bi şey ki. bunu da sormalıyım. aşkam eve geldik adayla konuştum. önce dede konuşuyodu. çok kızdım. "o benim aşkım" dedim. kızınca anladı dede. bana verdi telefonu. adayla birbirimize aşkımmmm canımmm balımmmm yaptık. öptüm görüşürüz dedim.


P.tesi:

Ben çok terliyom. batıyo o isilik denen şey. acaba böcek gibi bi şey mi? kaşınıyo. ada arayınca telefonda ağladım, o da ağladı galiba o da isilik olmuş. sonra şiii 'ye de ağlayınca, dede :semya hüsu ağlamış arayalım tekrar üzülmesin dedi. .bana da "iyiyim ada" dememi söyledi. adanın sesini duyunca isilikleri acımasın diye hemen bağırdım "çok iyiyim adaaaaa". sevindi isiliği geçti hemencik güldü bana.

Salı:

Adayla telefonda konuşcaktım ama bu seferde anane konuşuyodu ona da kızıp o benim aşkım dedim. ananede öbür telefonu verdi bana üçümüz konuştum. ada dividi almış, hem de bilgisaraydan. dividi nası bi şey bunu da sorayım. anane bilgisaraydan aldığını duyunca çok şaşırdı. ada galiba çok önemli bi şey yaptı. ehh kolay değil tabi. taaaa bilgisaraydan dividi al(dividi ne ya) . Aşkamda aradı ada ama tam papisin geldiği saatti, bana pempe terlik almış. onlara bakınca canım adayla konuşmak istemedi.

Pazar, Temmuz 02, 2006

Sayım suyum önüm arkam sobeee.

Yandaki tıklama sayısıına bakıldığında epey bi okunduğumu düşünmüş ve beni okuyanları (tahmin ettiklerim dışında) kimler olabileceğini öğrenmek istemiştim. Ama görünen o ki; pek de bilmedik kişi okumadığı gibi, okuduğunu düşündüklerim bile okumuyolarmış beni:) neyse böylece biz bize olduğumu da öğrenmiş bulunmaktayım. Başka bi gün okuduğunu sayıp da okumayanları ifşa ederim ama bugün canım istemiyor. Dediğim gibi, yıl sonunda sınıfta kalacak olanlar belli oldu, adları ben de saklı. Okuyup da kendilerini saydıranları sevgi ve saygıyla selamlıyor. Daha nice iyi postta buluşmak üzere bu gece ki yazıımı tamamlıyorum.