Pazar, Temmuz 30, 2006

EĞER YARIN YOKSA (II)

Bir yerlerden güne güzel başlamanın ilk kuralının iyi bir kahvaltı olduğunu okumuştum. Aceleyle mutfağa gittim, buzdolabından üç tane portakal çıkardım. Sabah kahvaltım: bir bakdak taze sıkılmış portakal suyu... Hayır Bugün bir bardak taze sıkılmış portakal suyu yerine, gerçek bir kahvaltı yapacaktım. Çay suyunu koyup apar topar bakkala gittim. Dolapta ağız tadıyla yenecek tek lokma bir şey yoktu, çünkü o yağlı beyaz peynirler, reçeller sağlığıma zararlıydı, çok yaşamak istiyordum ya... Bakkalda kahvaltıa yenebilecek herşeyi, hatta bana dokunduğunu bildiğim halde çilek reçelini bile aldım. Eve geldim, tereyağğında yumurtamı kızarttım. Çayın, Kızarmış yumurtanın kokusu ve çilek reçelimle bu kahvaltı sofrası beni o kadar mutlu etti ki, ister istemez düşündüm, ne kadar zaman önce bu kadar mutlu olmuştum diye... Masada bulunan herşeyin tadına baktım, çayımı da eskiden olduğu gibi şeker atıp içtim. Son bardağı da doldurup düşünmeye başladım. Bu zamana kadar neleri ertelemiş, neleri yapmamak için mazeretler uydurmuştum.

İlk olarak nereden başlayacağımı buldum. Bu beni pek mutlu etmeyecekti ama uzun zamandan beri yapılması gereken ve ertelenen birşeydi. Giyindim, doğruca şehrin öbür ucundaki aile mezarlığımıza annemi ve babamı ziyarete gittim. Mezarlığın kapısına geldiğimde, o ekzoslu ve kükürtlü havayı ciğerlerime dolduran derin bir nefes aldım. İşte burası eninde sonunda geleceğimiz yerdi. Ölüm ne garip bir duyguydu ve ne garip bir yerdi sonumuz...

Yıllarca üzerinde olduğumuz toprak, öldüğümüzde ise üzerimize örtülüyordu. Öldüğünde bu toprağın altındasın ama aynı zamanda başka yerdesin. Seni ziyarete geldiklerinde haberin olmuyor, haberin oluyor belki, ama konuşulanları duymuyorsun, duyuyorsun belki konuşamıyorsun ya da konuşuyor ama duyuramıyorsun; bu ne kötü bir karabasandı. Kimse bilmez orada nasıl yaşanır ya da orada mı yaşanır? Bunları düşünürken gözyaşlarım yanaklarımdan hafifçe süzülüyordu. Annem ve babam altı yıldan beri bu karabasanı yaşıyorlardı. Onları burada acı çekerken görmemek için gelmiyordum. Görmediğim zaman onları çok uzaklarda ve mutlu olduklarını düşünüp rahatlıyordum. Ölmeden önce bugün, onları ilk ve son kez ziyaret etmeliydim. Başlarında iki koca mezar taşından başka hiç şeyleri yoktu. Üzerlerindeki otları temizledim, suladım ve belki beni duyarlar diye uzun uzun konuştum. Oradan ayrıldığımda içimde sonsuz huzur ve mutluluk vardı.