Perşembe, Temmuz 27, 2006

EĞER YARIN YOKSA

Soğuk bir cumartesi sabahı, yattığım yerden, perdenin arkasından sızan gün ışığı ile odamı seyrediyordum. Yaşadığım birçok cumartesinden tek bir farkı vardı, bu cumartesi ölümü kendime çok yakın hisseediyordum. ÖLÜM. Ya bugün ölürsem, belki de ölecektim. Yattığım yerden bu düşünceyi kafamdan atıp biraz daha uyumayı düşündüm. Fakat faydasızdı, uyuyamıyorudum. Sabahın bu erken saatinde beni ancak bu düşünce yatağımdan kaldırabilirdi. Çünkü eğer öleceksem, ölmeden önce yapmak isteyip de ertelediğim, unuttuğum, hep sonralara yarınlara bıraktığım şeyleri yapmalıydım.

İsteksizce ve biraz da yorgun doğruldum, ayaklarımı sürüyerek yüzümü yıkamak için banyoya yöneldim. Aynada kendimi görünce ürkttüm. Evet, gerçekten de bugün ölebilirdim, gözlerim kançanağı gibiydi ve altında kocaman mor halkalar, bir yığın sebebini bile bilmediğim çizgiler . Ölecek kadar yaşlı mıydım? Yok canım sadece otuziki yaşındaydım, daha yolun yarısına bile gelmemiştim. Tam sevinecektim ki aklıma genç insanlarında nedensizce öldükleri geldi. Hem de benden çok daha genç insanlar ölüyorlardı, yani ölümün yaşı yoktu. Toparlanmaya çalıştım, ayna karşısında yüzümü şekilden şekile sokuyor , gülümsemeye çalışıyordum. Sonunda takma bir yüzle dolaşamayacağıma karar verip, kendime işkence yapmaktan vazgeçtim. Birazcık mutlu olmak istiyordum. En azından ölürken mutlu bir gülümseme olsaydı yüzümde... İçim burkuldu, boğazım düğümlendi. Kendimi hüzne bırakmayacaktım, teslim olmayacaktım çaresizliğe. Bugün öleceksem ne yapmalıydım ki mutlu olayım.

Blog benim kime ne?


Resimden de anlaşılacağı üzere, biraz eskilerden bi şeyler anlatmak istedim. yıl valla kaç bilmiyorum o zaman ki adıyla (ben de artık dedemler gibi "bizim zamanımızda riyaziye derlerdi." gibi cümleler kurabiliyorum) basın yayın yüksekokulu gazetecilik bölümünü bitirmiş, iftihar ettiğimiz, altı kız içinde farklı bir bölüm okuyarak bitirmeyi başaran çiçeği burnunda biricik arkadaşımız, mektebi bitirir bitirmez abone usulü çalışan bir dergide iş bulmuştu. Bulmakla da kalmamış bir müddet sonra derginin tüm işlerini yapar, tüm yazılarını yazar hale gelmişti. eh gençlik var, idealleri var, gece gündüz durmadan çalışabilme gücü var. ama bi yere kadar. Derginin boş kalan sayfalarını doldurmak için yazı yazı diye arandığı günlerden bi gün kalkıp bana "yaz bi şeyler bu sayıya koyalım" dedi. Valla baktığınızda, derginin şimdikiler komsept diyorlar ama biz ne diyorduk unuttum (yaşlılık işte:)) ) uygun yazabilecek malzeme yok ki bende. "Kız ne yazayım ki ben", "ayy yaz işte üç beş sayfa olsun". "iyi de sizin okurlar şaşırmasın" , "emin ol okuyanlar şaşırmaz, çoğu reklamını görmek için alıyo, dert etme o kadar" gibi bi şeyler dedi sanırım. Oturdum yazdım ben de:) İşte torpil denen şey böyle bi şeydi. Yazdıklarını yayınlatmak için dergi dergi, yayınevi yayınevi gezen onca yetenekli insanı bir anda geride bırakmış oldum. Bi kaç sayı süren bu yazı macerasından geriye karalamaları kalan bir öykü buldum eski kutuları karıştırırken...


Bu öyküyü tekrar okumak istediğini söyleyen pek kıymetli arkadaşım murat hocamı kırmayarak, bu vesile ile gün yüzünü yıllar önce görmüş (itiraf ediyorum tam 13 sene önce) olan bu öyküyü hepinizle bi kez daha paylaşıyorum:) Çok hoşunuza gitti de mi? :)))) Blog benim kardeşim istediğimi yazarım... Evet Öykü başlıyor...